Yaklaşık 400 yıl kadar önce Boğdan Voyvodası Petru Rareş Osmanlı Devleti’ne olan yıllık vergisini ödemediği gibi Avusturya Arşidükü Ferdinand’la gizli işlere girişmişti. Osmanlı himayesindeki Lehistan Krallığı’na saldırması ise bardağı taşırmıştı. Yaşanılanlar üzerine sefer kaçınılmaz olmuş, dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile ordu 1538 yılının Temmuz ayında İstanbul’dan yola çıkmıştı. Ordu Edirne ve Dobruca üzerinden ilerleyerek Tuna nehrini geçip, Ağustos ortalarında Prut ırmağına ulaştı. Prut ırmağının bataklık yapısından dolayı üstünde bulunan köprünün çöktüğü görüldü. Hızlıca bir köprü yapmak gerekiyordu. II. Vezir Damat Lütfü Paşa o zamanlar yeniçeri olan Sinan’ın yeteneklerine güvendiğini Kanuni’ye bildirmiş ve görev Sinan’a verilmişti. Mimar Sinan alanı incelemek için bölgeyi gezerken Kanuni Sultan Süleyman yanına yaklaştı ve Türkiye’de Mimarlık ortamını şekillendirecek tarihi sözleri fısıldadı: “Bu işi yarı fiyatına yap, bende daha çok iş var.”
Kanuni elbette bunu söylemedi. Mimar Sinan böyle başmimar olmadı. Süleymaniye Camii böyle tasarlanmadı. Bugün hayranlıkla baktığımız hiç bir eser bu bakış açısıyla inşa edilmedi. Mimarlık aslında böyle değildi. Tarihi bir kırılma anından sonra da bu hale gelmedi. Zamanla, göstere göstere, göz göre göre geldi. Kiminin işine geldi, kimisi görmezden geldi. Bugün, mimarlık bölümünden yeni mezun olan mimarlık öğrencisi de, 40 yıllık mimar da aynı sorunla mücadele etmek zorunda: Mimarlığın Olmayan Kıymeti
Ne demişti Vitruvius De Architectura‘da? Başarılı bir eser üç ana bileşeni içermeli: Kullanışlılık, Sağlamlık, Estetik. Bilinen ilk mimarlık teorisyeni, bir yapı için belirlediği temel prensiplerin arasına bugün en başta düşünülen bir bileşeni koymayı unutmuştu. Ekonomiklik. Yapının tüm özellikleri arasında birinci sıraya yerleşen bu kriter, diğerlerinin önüne geçmekle kalmıyor, bazen birini bazen tamamını devre dışı bırakarak yegane şey haline geliyor. Bir şeyin ekonomik olması, barındırdığı özelliklere göre fiyatının emsallerine göre uygun olması manasına gelse de, içinde bulunduğumuz çağda ekonomik olmasından çıkarılan anlam farklı: Ucuzluk.
Yolun başında mimarın ucuzunu bulmakla başlayan yapı inşası, daha fazla kar talebiyle fonksiyonu kaybediyor. Bir sonraki aşamada konstrüksiyondaki ekonomi arayışı sağlamlığa darbe vuruyor. En başında mimarın ucuzunu bulma arayışı, tasarlanan yapının imalat kalemlerinde ekonomiye de etki ederek mimarlığın içindeki sanatı alıp götürüyor. Artık yapı içermesi gereken en önemli üç şeye sahip değil. Kullanışsız, Dayanıksız ve Çirkin. Ama bir özelliği hangi açıdan bakarsanız bakın görüyorsunuz. Yapı artık kesinlikle ucuz.
Ülkemizde inşa edilen yapıların büyük çoğunluğunun bu bakış açısının eseri olduğunu kabul etmek gerek. Yapılar artık mimarların eseri olmaktan çıkarak, onu inşa edenlerin eserleri olmaya çoktan başladı. Durumun vahameti kentleri kaosa sürüklerken, ucuzluğun galip geldiği yapılarda da mutsuzluk artıyor. Yapıların estetikten, kullanışlılıktan ve sağlamlıktan yoksun olmasının sorumluluğu ise mimarın omuzlarında durmaya devam ediyor. Sorulması gereken soru ise başka: Mimar, Sinan değil belki, peki ya Süleyman nerede?